ON BİR ADIM -II-
6.
Sefer Der Vatan
Arapça ve Farsça'dan oluşan bir sözcük. Vatanda yolculuk yapmak demektir. Bu
bir Nakşbendîyye tâbiridir. Sâlikin, fena huylardan iyi huylara yönelmesi:
beşerî sıfatlardan, melekî sıfatlara ulaşması demektir. Maddî yolculuk ile, bir
kimsenin kötü huylarını bırakması mümkün değildir. Mühim olan, iç dünyada
yolculuktur. Ancak Nakşî şeyhleri, bir mürşid bulana kadar maddî mânâda sefer
yapılmasını tavsiye ederek, irşad ediciyi bulduktan sonra, onun terbiyesinde
ikâmet etmekle, kötü huylardan iyi huylara yönelmenin önemini vurgulamışlardır.
Manası, halktan kaçıp Hakk'a gitmektir. Hak yolcusu, devamlı seyir ve sefer
halindedir.
O, "Ben Rabbime gidiciyim" ayetiyle anlatılan durumda olmalıdır.
Gidilecek yer cennettir, aranacak şey ilahi rızadır. Bunun için hak yolcusu
kötü huyları terk edip iyi huylarla süslenmelidir. Haramı bırakıp helale
koşmalıdır. İsyandan takvaya kaçmalıdır. Bu sefer kalp ile yapılır. Bu yol
gönül ile katedilir. Kalp uyanmadan önünü göremez, terbiye görmeden Rabbini
tanıyamaz, manevi kirlerden temizlenmeden hakkı müşahede edemez.
Bunun için hakka gitmek isteyen kimse, önce güvenilir bir rehber bulmalıdır.
İlk sefer mürşide olmalıdır. Sonra onun terbiye ve nezaretinde kalbin manevi
seyri gerçekleştirilmelidir. Mürşid elindeki seyr u sülük ile kalp aynası
temizlenir. İlahi sevgi ve feyiz ile kalp kuvvetlenir. Nefsin sıfatları
değişir. Böylece insan gösterişten ihlasa, gafletten zikre, zulümden adalete,
isyandan itaate adım atar. Buna gerçek hicret denir. Kısaca Yüce Allah'a
gitmektir. Tasavvufun hedefi, bu hicreti gerçekleştirmektir.
Bir de Hak yolcusu bir hâlde çakılıp kalmamalıdır. Devamlı hayırlarda yol
almalı, güzel ahlakta ilerlemeli, manen terakki etmelidir. Hak yolunda
seyir devamlıdır, durmak, usanmak ve oturmak yoktur.
7. Halvet Der
Encümen
Farsça, toplum
içinde yalnızlık manasına gelir. Nakşî ıstılahı olarak, toplulukta Allah ile
yalnız kalabilme san'atını ifâde eder. Nur süresindeki "ticaret ve
alışverişin Allah'ı hatırlatmaktan alıkoymadığı
kişiler" (Nur/37), bu prensiple terimlendirilmiştir. Nakşîlikte sohbet
esastır. Yani, tek başına halvete çekilmek yerine,
toplulukta halvet temel alınır. Nakşîlik, bu yönü ile pasivist olmaktan
uzaktır.
Manası, halkın arasında iken Cenab-ı Hakk ile beraber olmaktır. Buna zâhiri
halk, bâtını hak ile olmak denir. Hak yolcusunun kalbi ilâhî zikrin tadıyla
dopdolu olmalı ve her şeyi zikre vesile etmelidir. Varlıklar kalbe perde
yapılmamalı, her şey değerine göre yerine konulmalıdır. Kalp Yüce Rabbini
tanıdıktan ve O'nun tecellilerini müşahede ettikten sonra başka hiçbir varlık
ile perdelenmez, oyalanmaz, aldanmaz, huzur bulmaz. Zikirle uyanmış ve ilahi
nurla cilalanmış bir kalp nereye baksa, kiminle karşılaşsa Yüce Allah'a
zikreder. Kalbin bu hâle nasıl ulaştığını İmam Rabbanî (k.s), şöyle
belirtir:
"Kalbin
Allah'tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması ancak, ehl-i
sünnet akidesi üzere hak mezheplerin hükümleriyle amel etmek suretiyle elde
edilir. Bu peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenab-ı Hak ile huzur bulup
selim hâle gelen kalb sahipleri, herhangi bir varlığa nazar ettiklerinde, ilk
olarak onları yaratanı hatırlarlar ve eşya ile perdelenmezler. Ne kadar
düşünseler, bizzat eşyaya ait bir vücut ve sıfat akıllarına getiremezler. Onu
şeyde ilâhî tecellileri müşahe ederler. Buna 'fenâ-i kalbî' denir. Tarikatta Belediyesi
ilk basamak budur ve diğer velayet makamları bunun üzerine gelişir." İmam
Rabbanî, I, 278. Mektup.
Necmüddin Kübra
(k.s) der ki: "İki zikir bir yerde bulunmaz. Sürekli eşyayı zikir ve dert
eden kimse Allah'ı gerçek olarak zikredemez. Allah'ın zikrine dalan kimse de
kalbini eşya ile meşgul etmez. Hz. Peygamber (s.a.v) devamlı Allahu Teala'yı
zikrederdi. Peygamberlerin ve velilerin normal işleri de zikir sayılır. Çünkü,
onların bütün davranış ve işleri Hak ile olur, hak ölçülere uyar. Zikirden
gaye, kalbin Allah ile huzur bulmasıdır." (Necmüddin Kübra, Tasavvufî
Hayat, 58)
Nakşi yolunun piri
Şâh-ı Nakşibend (k.s): "Bizim yolumuzun esası 'halvet der encümen'dir, der
ve ekler:
"Tarikatimizin
temeli sohbettir. Halktan uzaklaşmakta şöhret, şöhrette afet vardır. Hayır,
cemiyete girip insanlara hizmet etmektedir. Bu da ancak sohbetle güzel olur.
Ancak, hizmetle sohbet birbirini takviye etmeli ve tamamlamalıdır.»
Allah dostlarının
bu ahlakı Kur'an-ı Hakimde:
"Onlar öyle
erlerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş kendilerini Allah'ı
zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekatı vermekten alıkoymaz." ayetiyle
anlatılmaktadır.
8. Yâd-Kerd
Farsça, zikretmek,
hatırlamak demektir. Murâkebe mertebesine ulaştıktan sonra, sâlikin, muayyen
sayıda nefy ve isbât (la ilahe illallah) zikri yapması. Bu şekilde kalbin pası
giderilir ve müşahedeye ulaşılır. Bu zikir, ağız ve göz yumularak yapılır. La
kalbi tarayan bir süpürge gibi, olup, kalbin içindeki "ilahe" (put)
leh kafa istikâmetine doğru çekip, söküp hârice atarak, kalbi masiva
pisliğinden kurtarır. Arapça "lamelif" şekil olarak ters çevrilmiş
süpürgeyi andırır. Boşaltılan kalbe, omuz hizasından darb usulü ile
"illallah" yerleştirilir. Bu işlem, bir nefesde 21 defa
tekrarlanılır, sonunda nefes salıverilirken "ilâhî ente maksûdî ve rıdâke
matlûbî" denilir. Bu, şuur altına veya insanın özüne (ruhuna), mutlak
mükemmel varlık olan Allah fikrini yerleştirip, onu şuur hâline, yani hayata
aktarabilecek hâle getirmesi ameliyesidir. Şuur altına, güzel bir ev satın
almayı, sürekli o hedefi düşünerek yerleştiren kişide, ev sahibi olma şuur
haline gelir; günlük davranışlarını, bu şuur motive eder. Bu durumdaki kişinin,
bütün problemi, biraz para kazanabilmek ve onunla bir ev almaktır. Bu yüzden onun
yatması, kalkması, uykusu, konuşması, davranışları, yaptığı işler, hep bu hedef
doğrultusunda tahakkuk eder. Sahip olduğu şuur, bunu gerektirmektedir. Bu,
sürekli olarak evi zikretmekle (anmakla, düşünmekle) şuura (özüne)
yerleştirmiştir. Günlük hareketler, işte bu şuur tarafından
yönlendirilir motive edilir. Kişi, sürekli
Allah'ı zikretmekle (anmak) ve tefekkür etmekle, O'nu şuur altına yerleştirir.
En mükemmel özelliklerle süslü olan bu mükemmel Zat, zikir yolu ile bir insanda
bilince yerleşirse, O, insanda, meydana gelen hareketlerin motive edicisi olur.
Yani o kişi, şuur altına Allah'ı yerleştirirse, hareketlerine, Allah'a ait
güzel ve mükemmel ahlâk kabiliyeti ölçüşünce yansır, ve sonunda, Allah'taki
güzel özellikleri yansıtan kişi (mütehallik bi-ahlâkıllah) haline gelir. Kul,
Zikir Yolu ile yani kendi kendine telkin yolu ile, mükemmeli, ruhunun
derinliklerine (şuur altına) yerleştirir. Kişi şuur altına hangi objeyi
yerleştirirse, onun, gerek bu dünyası, gerekse âhiret dünyası ona göre, şekil
kazanır. İnsan ruhunun gerçek gıdası, Allah'ı anmasıdır. Ruh, Allah'tandır.
Allah'ı anan, aslına dönmüş, ruhunu çeşitli kabiliyetlere açık biçimde
güçlendirmiş olur.
Nefy ü isbat
zikrinde bir tek nefes alınır ve diyaframın arka kısmına yerleştirilir.
Yukarıda tarif edildiği gibi, bir nefes-de, kalbten kötü sıfatların silinip
yerine mükemmel varlığın yani Allah'ın yerleştirilmesi
işlemi yapılır. Bu zikir çekilirken son yedisinde, özellikle nefy ü isbat
zikrine yeni başlayanlarda, vücut, parmak uçlarına kadar iğnelenmiş gibi, tatlı
bir maneviyat dalgası (takşa'ırru) ile sarsılır. Bu etki, eğer var ise, kişide
uyku ağırlığını, aç ise yemek yeme isteğini azaltır, insanı yoğun bir Allah
tefekkürüne yöneltir.
Zikrin,
psikosomatik açıdan, vücutta özellikle göğsün üst kısmında, tatlı bir hararet
oluşturduğu, yapanlarca ittifâken savunulur. Zikrin sonunda bir tür gaybet hali
teşekkül eder. Onu muhafaza lâzımdır. Zira, o hal ihsan'ın başlangıcıdır. Manası,
zikretmektir. Bununla anlatılmak istenen murakabe dersine geldikten sonra «La
ilahe illallah» zikriyle meşgul olmak, tevhidin manasını ulaşmak, devamlı Yüce
Allah'ı hatırda tutmak, kalb ile dilin zikrini birleştirmektir. Hak yolcusunun
her an gönlü uyanık olmalıdır. Zikir esnasında kalbi Rabbini murakabe ve
müşahede etmelidir. Tam bir uyanıklık içinde "Iafza-i celâl" veya
"kelime-i tevhid" zikrine devam etmelidir.
Şah-ı Nakşibend
(k.s), tevhid zikrinin manasını şöyle açıklar: "La ilâhe" nefiy ifade
eder. Bununla kainatta hiçbir ilah olmadığına işaret edilir. Peşinden
<<İllallah>> ifadesi gelir. Bu ise ispattır. Bununla gerçek ilâhın
ve ibadet edilecek tek mabudun ancak Allah olduğu ispat edilir. En son
<<Muhammedu'r-Rasulullah» denir. Bununla, Yüce Allah'a sevilmek ve O'na
karşı sevgimizi göstermek için Hz. Peygamber'e uymaya niyet edilir. Çünkü ona
uymadan ne tevhid anlaşılır, ne de Allah muhabbeti tadılır.
9. Bâz-Geşt
Nakşbendî
ıstılahındandır. Nefy-ü isbât dediğimiz, bir tek nefesde, tefekkür olarak 21
adet "lailahe illallah" zikrinin çekilmesinden sonra, zikreden
dervişin soluğunu bırakırken, zikrettiği şeyin mânâsı üzerinde tefekküre
dalması, ve "ilahi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî" (Allah'ım maksudum
ancak Sen'sin ve matlûbum ancak Sen'in rızandır) diyerek tefekkürde
derinleşmesi olayına bâz-geşt denilir.
Bu uygulamadan
gaye, zikreden sûfînin kelime-i tevhîdin mânâsını şuur altına iyice
yerleştirmesi ve onu hayatının bir parçası hâline getirmesidir. Bu sır, bilinç
altında o şekilde yer eder ve dervişin ayrılmaz bir parçası olur ki, sonunda o
dervişin gözünde, Allah'ın varlığından başka bütün varlıklar silinir, her yerde
Hakk'ı görür ve bilir hâle gelir.
Nakşîliğin en
önemli esâslarından birisi işte budur : Yani, zikrettiği şey üzerinde tefekküre
dalmak, zikrettiğinin
mânâsını düşünmekle, zâkir'in Mezkûra (Allah'a) ulaşmasıdır.
Manası, dönüş
demektir. Bununla anlatılmak istenen; "Nefy u isbat" yani «La ilahe
illallah» zikrini çekerken, nefesi serbest bırakma anında, bütün hayalini şu
cümlenin manasında toplamaktır: "İlâhi Ente Maksudî ve Rızake
Matlubî" Allahım. Benim bütün maksadım sens aradığım ise senin rızandır.
Sonra zikirdeki kusurunu görüp Cenab-ı Hakk'a sığınmalı ve istiğfar etmelidir.
Her zikredişinde nefsinin hiçliğini ve acziyetini anlamalıdır.
10. Nigâh-Dâşt
Farsça, gözü
korumak anlamındadır. Akılda gezip dolaşan düşünceler (havâtır) i kontrol
altında tutup, Allah'ın gayri her şey (Masiva)i terketmek, kalbinden atmak. Bu,
bir Nakşî ıstılahı olup, onbir esastan biridir.
Manası, muhafaza
etmektir. Hak yolcusu zikir esnasında kalbine sahip olmalıdır. Zikir esnasında
nefy u isbâtın manasını düşünmelidir. Kalbini, nefsani düşünce ve endişelerden
korumalıdır. Yüce Allah'tan başka düşünce ve arzuların kalbe girmesine mâni olmalıdır.
11. Yâd-Daşt
Farsça, hatırda
tutmak, zihinde tutmak manalarına gelen bir tâbir. Bu, Nakşibendî ıstılahıdır.
Allah'ın sürekli
görmekte ve bilmekte olduğunu bilmek ve bunun bilincinde olmaktır. Buna, ihsan
da denir, huzur ber-gayret olarak tanımlayanlar da vardır. Kalp, Allah'ı
düşünmekle güç bulur, meleke kazanır. Yad-daşt, her ân Allah'ın huzurunda olma
halidir ki, buna murakabe de denir.
Manası, anmak, hiç
unutmamak, devamlı zikretmektir. Hak yolcusu her an ve mekanda zevk yoluyla
Cenab-ı Hakk ile beraber olmalıdır. İlâhî huzur ve neşeden hiç ayrılmamalıdır.
Bütün eşyada ilâhî tecellileri müşahede ile kalbini uyanı tutmalıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder