EY İMAN EDENLER! ALLAH'TAN KORKUN VE SADIKLARLA BERABER OLUN
Bismillahirrahmanirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Vessalatu vessalamu ala seyyidina Muhammedin nebiyyül ümmi ve ala alihi ve sahbihi ve sellim. Rabbişrahli sadri ve yesirli emri. Vahlül ukdeten min lisani ve yefkahu kavli.
“Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn (sâdikîne).”
Ey iman ile serfiraz [2] olmuş, mahlûkat içerisinde iman ile seçkin hâle gelmiş imanlı insan; bu iman tehlike içerisinde. İmana yönelik hücumlar var. İmanını muhafaza etme adına “ittekûllâhe”, takva dairesi içerisinde bulun; Allah’a karşı mütteki ol. “ve kûnû meas sâdikîn” sadık insanlarla beraber olun. Sadık; Allah’a dost olmuş, Allah’a sadık olmuş, Allah’a veli olmuş Allah’ın dostları ile beraber olun, onların izinden ayrılmayın. Kalplerinizde onlara yer verin, onlara yer açın, kalplerinizin en muazzam, en aziz köşesini onlara verin. Böyle yaparsanız sizi serfiraz kıldıran, mahlûkat içerisinde en seçkin bir toplum hâline getiren imanınızı muhafaza etmiş olursunuz.
“Ya Eyyühellezine âmeû”Ey iman edenler, Allah’a inananlar, inanmak suretiyle bütün mahlûkatın efendisi hâline gelmiş olan, insanların inanan kısımları, iman eden kısımlar. “İttekullahe” Allah’ın müttaki[3] olun. “ve kûnû meas sâdikîn”, sadıklarla beraber olunuz, beraberliğiniz devam etsin; beraberliğe bir infisal, bir kopma, bir ayrılık girmesin. Ayrılık girerse, neuzubillah, Allah’tan da kopma yaşanır. Onun için bu beraberlik kalbî bir beraberlik, fizikî bir beraberlik. Fizikî imkânı olmazsa, kalbî mülahaza ile bir beraberlik. Peygamber’in (s.a.s) ashabına baktığımız zaman, nasıl ki hanesi olan bir insanın bu hanesine büyük bir hazinenin girdiğinde o hazineden istifade etme imkânı varsa, sahabe de kalblerinin en aziz yeri, saltanat sarayı neresi ise Resulullah’ı (s.a.v) o en güzel yere oturtuyorlardı. Sahabe, Resulullah’ın (s.a.v) Cenâb-ı Allah’ın bir aynası olma hasebiyle, Cenâb-ı Allah’ın feyzinden, o nimetlerinden O’nun (s.a.v) bereketi ile istifade ediyorlardı. Ruh hanesi, kalp hanesi münevver idi. Ha keza tasavvufta da bu böyle: Resulullah’ın (s.a.v) aynası olan Sâdât-ı Kiram, ehli tasavvufun bu büyük insanları “ve kûnû meas sâdikîn” sadıklarla beraber olun ayetince, bu emirle, kalplerinde sadıklara yer vermek suretiyle, kalplerinin kapısını kapatmıyorlardı. En güzel en aziz yeri onlara veriyorlardı. Onlar da bizzat o hanede bulunan Sâdât-ı Kiram’ın feyzi, bereketi, onların vasıtası ile akan o nurdan istifade ediyorlardı. Neuzubillah şöyle değildiler: Kalbin hanesine bütünüyle dünyayı bırakmış, dünyevî mülahazalara hep yer vermiş, maneviyat adına bir karış yer kalmamış ki Sâdât-ı Kiram’a bir yer versin. Böyle insanlara benzemiyorlardı.
Eğer biz de kalplerimizde onlara, Sâdât-ı Kiram’a bir yer verir isek; o zaman o kalp ve ruh hanemizden hem istifade ederiz hem de başkalarına faydamız dokunur. Bu istifade hem dünyevî bir istifadedir hem de manevi bir istifadedir. Mesela bir haneyi düşünelim, orası zulmanî sırtlanlar, vahşi hayvanlarla doldurulmuşsa, Sâdât-ı Kiram’ın manen o kalplere girmesi mümkün müdür? Bir insanın zulmaniyeti, o yılanları kovmadığı, Sâdât-ı Kiram’a yer vermediği müddetçe; Sâdât-ı Kiram’ın o kalplere girmesi mümkün değildir. Sâdât-ı Kiram’ın girmediği bir haneye, kalbe ve ruha Resulullah’ın (s.a.v) girme imkânı yoktur. Çünkü Sâdât-ı Kiram bütünüyle Resulullah’ın (s.a.v) bir aynası, bir timsalidir. Resulullah (s.a.v) da Cenâb-ı Allah’ın bir aynasıdır. Cenâb-ı Allah’ı bizlere bildiren bir aynadır.
Onun için Cenâb-ı Allah’ın ayet-i kerimeyle “Kalplerinizde bu imanın zedelenmemesi, bu imanın kaybolmaması, bu imanın çıkmaması, ruh hanenizde müflis ve perperişan olmama, yarın baş aşağı Allah huzuruna gelmeme adına, neuzubillah cehennemi istihkak etmeme adına, muttaki olma ve sadıklarla beraber olma, kalplerimizi onlara açma, kalplerdeki en güzel yeri onlara verme suretiyle” bizlere emri vardır. Ve hakikaten öyledir.
Sâdât-ı Kiram’a, Seyda Fadlullah Hazretlerine baktığımız zaman, o kendisine gelen bütün feyz ve bereketi kalbini bıraktığı Seydası Molla Muhyeddin’den (k.s) biliyordu. Kendi nazarını, kalbini, ruhunu adeta ona hasretmişti. Seydasının dışında hiçbir güzellik onun gözüne, hayaline girmiyordu. Dünya adına hiçbir güzelliğin girmesine fırsat vermiyordu ve onun gözünde en güzeli oydu. İnsan kalbine en güzel olanı bıraktığı zaman en güzel şeye nail olur. İnsan, neuzubillah, kalbine dünyevî dediğimiz güzellikleri bırakırsa kaybeder. İnsan sabahtan akşama kadar mülahazasındakileri, kalbine bıraktığı şeyleri severse, adeta hep onları konuşursa, neuzubillah, ahirette de bu mülahazalarına göre dirilecek. O onun adeta bir ameli hâline geliyor.
Muhabbet, kalbe girme noktasında, kalbe girilecek şeyler açısından adeta bir vize, bir kontrol, bir karakol gibidir. İnsan neye muhib olursa kalbine onu atıyor. İnsan, muhib olduğu şeyi sürekli konuşmak ister, mahbubundan bahsetmek ister; bir cemaati olduğu zaman onu anmak ister. Bir insan kalp hanesine dünyevî şeyler bırakmış ise, sabahtan akşama kadar bunları anmak ister. Etrafında bulunan cemaate de ondan bahsetmek ister, onu anmak ister. Neuzubillah, Cenâb-ı Allah’ın verdiği zamanı, hayatı hep dünyevî şeyleri konuşmakla, hep onları düşünmekle, gafletle geçirmek suretiyle zayi eder. Ama bir insan kalp hanesine sadıkları, yani Allah’ın dostlarını, Resulullah’ı (s.a.v), Cenâb-ı Allah’ı kalp hanesine bırakmışsa; o zaman bu insan hep onları düşünüyor, hep onları konuşmak ve dillendirmek istiyor. Yerken, içerken mülahazasında hep onlar vardır. O zaman yemesi, içmesi ibadet hâlini alıyor. Bir insanın her saniyesini ibadet ile geçirmesinin bir yolu var mıdır? Vardır. Muhabbetinizi Sâdât-ı Kiram’a, bize vermek, kalbinizin en aziz köşesini onlara bırakmak suretiyle, dolayısıyla muhibin sürekli mahbubu düşünmesi suretiyle, yeme ve içmede adeta onlarda fani olma hasebiyle, onlara beslenilen o muhabbet ile insanın yemesini, içmesini, gülmesini örfen ve âdeten yürümesini, alışverişini, her saniyesini ibadet ile geçirmesinin yolu vardır. Ama bir insan hep dünyevî şeylere muhabbetini, mülahazasını veriyor, bunları düşünüyorsa, tasavvuftan uzak durmuş, neuzubillah bu tasavvufi aliyeye sırtını dönmüş ise o zaman onun kalbine giren, oturan dünya oluyor. Dolayısıyla o insanın her saniyesi, her salisesi, bütün günü, bütün ömrü, neuzubillah gafletle geçiyor.
Cenâb-ı Allah, ahirette kendi kuluna “Ey abdim! Ben hiç bir mahlûkata vermediğin sermayeyi size verdim. Ben size yaşam fırsatını verdim. Yaşam demek, canlı kalıp hayat maişetini kazanmanız değildir. Yaşam sermayesi demek olan ahiret ve ebediyetinizi kazandıracak bir ticaret fırsatını sizlere verdim. İhlasla geçireceğiniz her bir saniye, her bir dakika ile ebedi saadette bin bir nimeti kazanma fırsatını size verdim. Ey kulum bu verdiğim süreleri siz nerede harcadınız? Ey kulum sizlere yardımcı olma adına bin bir hizmetkârı emaneten hizmetinize arz ettim. Bu hizmetinize arz ettiğim vücudunuz, kulağınız, gözünüz, aklınız, mantığınız, muhabbetiniz, aşkınız, hırsınız, inadınız bütün bunları sizlere yardımcı olsun diye verdim. Sizlere yardımcı olmak açısından adeta bir vezir, bir nâsır, bir muim, olan bu nimetleri emaneten sizlerin hizmetine arz ettim. Sizleri bana getirsin diye. Ben bunca nimet ettim. Size emaneten hizmetkâr olarak verdiklerimi hakkıyla hakta icra ettiniz mi? Hak bir istikamette icra ettiniz mi? Yoksa siz düşman ilan ettiğim, sizlere zalim olan ve en büyük düşmanlığı sizlere besleyen nefsin, şeytanın hizmetinde mi kullandınız?”
Allah bunun hesabını bizden soracak. Bu vücudu, bu libası, şu aklı mantığı, şu muhabbeti ve aşkı bizden soracak. “Size bu dünyada en büyük düşman nefsiniz ve şeytandır, dedim. Şeytan; sizlere halifelik makamı, Hz Âdem’e hilafet verdiğim, sizleri tercih ettiğim, sizlere böyle bir makamı bahşettiğim için size düşman. Dolayısıyla ben böyle bir tercihi yaptığım için bana da düşmanlık arz eden, bana düşmanlık besleyen şeytan ve nefstir. Onlarla aynı safta bulunmak suretiyle size verdiğim bu vücudu aklı ve mantığı onların hizmetinde hasrettiniz.” Bak Allah Teâlâ bunun hesabını da soracak.
Resulullah (s.a.v) hayatta iken, Cenâb-ı Allah’a karşı başını secdeye her gün bırakıp ümmeti için yalvarıyordu ve duası şu “Ya Rabbi bu ümmeti perişan kılma. Ya Rabbi onları azapla azaplandırma.” Cenâb-ı Allah, Hz Cebrail’i Resulullah’a (s.a.v) göndererek, “Muhammed (s.a.v) üzülmesin, ümmetine yönelik inşallah bu istikamette olduğu sürece azap yoktur.” diyor. Resulullah’ın (s.a.v) siyer kitaplarında yazar ki, kendisi vefat ettikten sonra, berzah âleminde Cenâb-ı Allah ümmetinin bir kısmının boynuna, ellerine ve ayaklarına zincir bağlamak suretiyle adeta onları cezalandırıp cehenneme sevk etmek üzeredir. Resulullah (s.a.v) bu hâli görünce Cenâb-ı Allah’a elini açıyor “Ya Rabbi ümmetimi affet.” Kitap diyor ki Cenâb-ı Allah, Resulullah’a (s.a.v) “Ya Muhammed senden sonra bu ümmetin ne yaptığını biliyor musun?” Resulullah (s.a.v) “Ya Rabbi bilmiyorum.” Cenâb-ı Allah “Senden sonra farklı bir istikamete şeytan ve nefsin ordusuna katıldılar. Bu insanların hâli bundan dolayıdır.” Resulullah (s.a.v) yine gözyaşı döküyor “Ya Rabbi affet.” diyor. İşte insanın hakikaten meselenin ciddiyetine ehemmiyet vermesi gerekiyor. Mesele öyle basit bir mesele değildir.
Ayet-i kerimede “Sizler diliniz ile iman ettik, Allah’a, Resulullah’a inandık demek suretiyle öylesine başıboş bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz?” Veyahut “İnsan kendisini abes olarak, başıboş olarak yarattığımızı mı zannediyor?” Haşa ve kella, insan yaratılışın adeta meyvesi hükmündedir. İnsan muhasebe, sorumluluk ve mesuliyet sahibidir. Hayvanat mesuliyet sahibi değildir. Hayvanata verilen kabiliyet, maişetini kazanmak adına verilmiştir. Hiçbir hesabı yoktur. Nasıl ki Hz. Ebubekir Sıddık (r.a), bir hayvanın gölgenin altında istirahat ettiğini görünce ağlıyor, içinden eyvahlar geçiyor ve kendi kendine “Ey hayvan, sen ne kadar rahatsın. Yersin, içersin, dolaşırsın, istediğin ağacın altında gölgelenirsin ve Allah’a yarın hesap vermezsin. Ama ben yarın Allah’a nasıl hesap vereceğim? Yediğim, içtiğim şeylerden nasıl hesap vereceğim?”
Bakın ashab böyleydi. Ashab, kalp hanesini bütünüyle Resulullah’ın (s.a.v) ve onunla olan melaike-i kiramına adeta teravet etmişlerdi, dünya adına hiçbir mülahazaları yoktu. Ebed için, ebedî âlem için yaratıldıklarına tam olarak inanmışlardı. Bizim gibi değildiler. Ölüme ve hesaba çok iyi inanıyorlardı. Hatta ahiret, berzah âlemine dünyadan daha fazla -gözle görmemelerine rağmen- inanıyorlardı. Ama biz, neuzubillah imanımızın, ahiretimizin zafiyetine binaen meseleye mesafeli yaklaşıyoruz. Neuzubillah pek inanmama meselesi vardır. Maneviyat öyle bir şeydir ki; neticesine, akıbetine inanılmazsa, insan bu istikamette olsa bile neticesini bulmuyor, görmüyor. Mesela namazın şu neticesi vardır, insan bunu hazmetmezse, buna inanmazsa; namaz kılsa bile Allah namazın neticesini ona vermiyor; çünkü inanmıyor o şeye. Tasavvuf da öyledir, berzah âlemi de öyledir, kalp âlemi de öyledir. Kalbimizi Sâdât-ı Kiram’a boşalttığımız vakit, Sâdât-ı Kiram’ın Resulullah’a (s.a.v) birer ayna olduğunu göreceğiz. Biz adeta perdenin arkasını temaşa edeceğiz. O zaman imanımız hakke’l yakin, ayne’l yakin mertebesine geçecek. O zaman imanı meseleleri gözle görürmüş gibi göreceğiz. Ehl-i tasavvuf böyle olmuştur. Ama biz bu meseleye inanmazsak, onlara kalbimizi açmaz isek, o zaman inanmadığımız bir şeyi görmemiz de pek mümkün olmuyor. Görmemiz de lazım çünkü inanmıyoruz.
Seyda Molla Muhyeddin (k.s) diyor “Ben bir defasında Nurşin’e kabir ziyaretine gittiğimde önümde Seyda Şeyh Maşuk, onunla beraber Seyda Molla Abdülbaki (k.s) yan yana yürüyorlardı. Merkada gitmiştik ve ben onların arkasındaydım. Ben ilk olarak edeben rabıta yaptım, gözlerimi kapattım, edeben başımı eğmiş onların arkasında gidiyordum. Seyda Molla Abdülbaki ihtiyarlamıştı, kulakları artık iyi duymuyordu. Yanındaki Seyda Şeyh Maşuk’a (k.s) dedi ki ‘Maşuk, şu kabirdeki insanın hâlini sen de görüyor musun?’ Şeyh Maşuk (k.s) ona dedi ki ‘Seyda arkamızda yabancı insan var.’ Şeyh Maşuk’a (k.s) bir daha dedi ki ‘Maşuk bunun hâli..’ dedi ‘Kurban ben görüyorum, ama konuşmasanız.’ Kulağı ağırdı, işitmedi. Bir iki adım daha gittik. Yine ‘Maşuk sen bunu da görüyor musun? Hâli ne kadar hoştu.” Bakın perdenin arkasını ahiret adına, berzah adına olanları Sâdât-ı Kiram aynen gözüyle görüyormuş gibi görüyor. İman hat safhada. “Şeyh Maşuk (k.s) ‘Kurban, arkamızda Molla Muhyeddin var.’ dedi. Yine duymadı. Bu sefer Şeyh Maşuk (k.s) eliyle işaret etti. İşaret edince Seyda Molla Abdülbaki (k.s) ‘Vallahi Molla Muhyeddin ben senin burada olduğunu unutmuştum. Arkamda olduğunu unutmuştum. Vallahi ben bilseydim ben bu sırrı ifşa etmeyecektim. Çünkü Allah Teâlâ’nın bu noktada rızası yok. Sizlerin imtihana perdeli, görülmeyecek bir şekilde, gaybi olarak inanmanız lazım. Allah’ın imtihanı böyle. Kusura bakma, eğer ben burada olduğunu bilseydim, söylemezdim onları. Maşuk sen beni niye ikaz etmedin?’ dedi. Şeyh Maşuk (k.s) ‘Kurban vallahi sana kaç defa söyledim sen benim sesimi işitmedin.’ dedi.” Sâdât-ı Kiram’ın hâli böyledir.
O büyükler, kalplerine Resulullah’a (s.a.v) ayna olabilecek zevat-ı aliyeleri bıraktıkları için, onları kalp gözleri ile adeta kalpleri canlanıyordu. Kalp hissediyordu, kalp görmesi gerekeni artık görüyordu. Ama bir insan; neuzubillah dünyevî mülahazaları, karanlık ve necis olan, bütün bu şeyleri kalbine bırakırsa, bu kalbin bırakın bir şeyleri idrak etmesini, o kalbi öldürür ve kalp artık hiçbir şey hissetmez olur. O kalbin idrak etmemesi, yani ölmesi, gözünün dahi ölmesine neden oluyor. İnsan artık neuzubillah, gözüyle dahi görse inanmıyor; akıl ve mantık o noktada çalışmıyor. Bunlar bütünüyle adeta şeytan ve nefsin hizmetine veriliyor. Yarın Allah’a hesap verme, ahirette serfiraz olma, haşrimizde sadıklarla beraber olma adına meseleye çok ciddiyetle sarılmak; tasavvufun büyüklerinin bizlere verdiği reçeteler ne ise onlara cidden riayet etmek lazım. Pek çok insan var ki, hayatları boyunca Allah Teâlâ’nın, Resulullah’ın (s.a.v), önceki peygamberlerin ve milyonlarca ehl-i velinin onca bildirmelerine rağmen, ruhlarının tedavi noktasında kalplerinin doktorları olan Sâdât-ı Kiram’a bir defa dahi müracaat etmiyor. Doğduğundan vefatına kadar bir gün dahi doktora gitmemiş öyle bir sürü insan var. Hâlbuki vücudumuz o kadar ehemmiyet verdiğimiz halde hastalanıyor. Ama Resulullah (s.a.v), yüzlerce peygamber ve milyonlarca velinin “Ruhi hastalık, kalbi hastalık ahiretinizi tehdit ediyor, ahiretinizi yıkıyor. Neuzubillah esir olacaksınız.” demelerine rağmen bir defa dahi doktora müracaat etmemiş pek çok insan var. Bu çok garip. İnsan hayatı boyunca ne kadar gariptir.
Vesallahu ala seyidina Muhammedin nebiyyi ümmi ve ala alihi ve sahbihi ve sellem.
[1] Tevbe,119
[2] Serfiraz/Ser-Efraz: Başını yükselten, yukarı kaldıran. Benzerlerinden üstün olan. Başı dik, alnı açık
[3] Müttaki: Ehl-i takva. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerden koruyan
SEYDA ALAMEDDİN (K.S)
Yorumlar
Yorum Gönder