HER HAK SAHİBİNİN HAKKINI VER
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbül Âlemin. Vessalaü vesselamu ala seyyidina Muhammedin nebiyyil ümmi ve ala alihi ve sahbihi vesellem. Rabbişrahli sadri ve yessirli emri. Vahlul ukdeten min lisani yefkahu kavli.
Bugün ismini bildiğimiz, ilimlerinden faydalandığımız büyük âlimler, hep tasavvufun sıralarından geçmişlerdir. O sıralardan geçmeden kendilerini eksik görmüşlerdir. İmam Rabbanîler, İmam Şafiîler, İmam Ebu Hanifelerin (k.s) ilimleri devasa idi ama onlar tasavvuf konusunda ihtiyaç duydular. Mevlâna Hâlid-i Bağdadî’de (k.s) ilim, ibadet ü taat had safhada vardı. Böyleyken o (k.s), neden Seyyid Abdullah-ı Dehlevî’ye (k.s) intisap etti? Eksik olan neydi? Eksik olan kalpti. Esas mesele zaten budur. O (k.s), aşk ve muhabbeti, ihlası arıyordu. Binasını inşa edecek malzeme elinde vardı. Ama birbirine tutturmak için elzem olan çimentosu yoktu. Faraza bir kış mevsimi yaşayacaktı, binasını inşa etmek için tuğlası, demiri vs. vardı ancak çimentosu yoktu. Muhabbet ve aşk, kalbin inşasının temelidir.
İman, büyük bir nimettir. Bazı peygamber hanımlarının dahi nefs ü şeytanın kalplerini, gözlerini, kulaklarını kuşatması neticesinde hakikati görme imkânları olmuyor. “Ḣatemallâhu alâ kulûbihim ve’alâ sem’ihim ve’alâ ebsârihim ġişâvetun velehum ażâbun azîmun” (Bakara, 7). Allah bu insanların kalplerine mühür vuruyor. Gözleri kör, kulakları sağır oluyor; “Fî kulûbihim meradun fezâdehum.” (Bakara, 10) Bu kalplerindeki hastalığın belirtisidir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v) “Ya Rabbi! Geçmiş ümmetlere verdiğin nesih cezasını benim ümmetimden kaldır” diye dua ediyor. Nesih hadisesi; insanların haramlara dalıp tövbe etmemesi böylece Allah’tan uzaklaşma neticesinde Allah’ın bu insanların sureti ile siretini değiştirmesi ve insanların hayvan suretine bürünmesidir. Gavs-ı Hizan’ın (k.s) ifadesi ile Allah Resulü’nün (s.a.v) bu duası sadece suret itibariyle kabul olmuştur fakat siretin değişme ihtimali vardır. Yani ahlak, tabiat değişip hayvanlaşır. En vahşi hayvanların ötesine geçer ama sureti o hayvana dönmez. O zaman bir insanın çok vahşi olduğunu nereden bileceksiniz? Bir insana büyüklerin sohbeti, Sâdât-ı Kirâm’ın sohbeti, hatmesi, rabıtası tesir etmiyorsa bu insan kendi hâlinden korksun. Çünkü en vahşi hayvana istediğiniz kadar sohbet edin, Allah’tan (c.c) bahsedin, tedavi edin, onun insan olması mümkün değildir. İnsanın mahiyeti, tabiati, fıtratı vahşi bir hayvana dönebilir. O yüzden Allah’tan yakınlık dileyin. Büyükler, Sâdât-ı Kirâm öyle yapmışlar. Ayaklarınızda demirden ayakkabı, elinize demirden sopa ile icap ederse bütün hayatınızı seyr-ü sülûğünüzü tamamlamaya harcayacak, maksudunuza ulaşana kadar yolculuk yapacaksınız. Ta ki bulana kadar.
Tasavvufun prensiplerinden bir tanesi insanoğlunun kendi nefsini herkesten daha kötü görmesi, daha ayıplı görmesidir. Resûl-i Ekrem (s.a.v) “Kendi kusurlarıyla uğraşarak başkalarının kusurlarını kurcalamaktan kendisini alıkoyan kimseye müjdeler olsun!” (Münavi-4/281) buyurmuştur. Sizin en hayırlınız kendi nefsinin ayıplarını görmekle, kendi nefsiyle meşgul olandır; öyle ki bu, onu başka insanların ayıplarını görmekten alıkoyar. Kendi ayıbı varken başkalarının ayıplarını gören akılsızdır. Yani kendisinin de bir mahkemesi, kendi kusurları varken kendi suçunu görmüyor da başkaları ile alay ediyor ve yarın kendi mahkemesini unutuyor. Dolayısıyla insan kendi kusurunu ayıbını bilecek ama başkasına ait olan ayıp ve kusurları görmeyecek, bilmeyecek. Bilse dahi gözüm beni yanılttı demekle mükellefsiniz, Allah’ın emridir. Ama gözünüzü kendinize çevirirseniz o zaman o manada terakki edersiniz. Kendinizle meşgul olursanız zaten başkalarının ayıp ve kusurlarıyla meşgul olma fırsatınız olmaz. Bu hâl, affedersiniz, baştan sona kadar necasette bulunan insanın başka bir insanın elbisesinde var olan bir kir ile alay etmesi gibidir. İnsanın kendi nefsini öyle görmesi lazım. Arınması için nefsini terbiye etmesi, kalbini tezkiye etmesi lazımdır. Onun için tasavvufa giriyoruz. Medreseyi okuyoruz. Sâdât-ı Kiram medrese tahsili de görmüştürler.
Medreselerde tahsil edilenler, bugün hâlâ aynı birikimdir. Bu birikim, üstadlarımızın hafızalarından bizim hafızamıza intikal etti. Üstadımızın hafızasına da kendi üstadının hafızasından, o da kendi üstadından bir teselsül ve 1400 yıldır var olan bir birikim. Bu silsilenin ucu Hz. Peygamber’e (s.a.v) dayanıyor. Sahabe-i Kiram; Resulullah’ın (s.a.v) yaşadığı, yediği, içtiği her anı hafızalarına kaydettiler. Ondan olan her şeyi muhafaza ettiler. Had safhada saygı ve edep gösterdiler; dolayısıyla o bilgi, o görüntü hafızadan hafızaya geldi ve günümüze ulaştı. Yeterli midir? Hayır, hafızamızı genişlettik ama bir de kalp tahsili gerekiyor. Bu eğitim, bu terbiye hafıza genişlemesi için gerekiyordu. Onu kazanmak adına çocukluğunuzu, gençliğinizi feda edeceksiniz. Evliya-ı Kirâm öyle yapıyordu. Kâfi midir? Hayır, ondan sonra manevi ilim gereklidir. Onu kimden alacaksınız? Onu da yine kalp insanından. Peki manevi ilimle ne kazanacağız? Muhabbet yani Resulullah'ın (s.a.v) kalbinde olan bütün duyguları. Tüm bunlar bir silsile ile Sahabe-i Kiram’dan, Sâdât-ı Kiramdan günümüze kadar geliyor. Bu şekilde istifade ediliyor.
İstifade ederken sizlerle şeytan ve zürriyeti uğraşacak elbette. Nasıl ki Hz. Âdem (a.s) insanların atasıdır ve 7 milyar zürriyeti vardır. Şeytanın da zürriyeti vardır. Şeytan ölmez ve cinlerdendir. Cinlerin atasının adı da candır. Cinler insanlara nispeten çok daha uzun yaşıyor: 500 sene 1000 sene belki daha fazla. İnsan direkt şeytanla kavga etmiyor, mücadelesini direkt şeytanla yapmıyor, rakibi şeytan değildir. Şeytan insanı yoldan çıkartırken birtakım malzemeler kullanır. Bunun için iki tür varlığı kullanıyor: birincisi cinler, diğeri ise insanlardır. Her insanın ameline göre bir şeytan tahsis edilir. Mesela evli insan için evliliği bozma adına sırf onunla uğraşan şeytan var. Kadın ve erkeğin arasını bozmak için sırf iki tane şeytan uğraşır. Mesela talebe; talebeyi kandırmak için şeytan vardır. Sûfi; o sûfiyi yoldan alıkoymak adına özel ihtisas görmüş, adeta diplomasını baş şeytandan almış şeytanlar vardır.
Bunlar yani cinler ve insanlar, insanın kilitlemiş olduğu kapılarını adeta bir hırsız gibi her dakika açabilirler. Kur’an-ı Kerim’de özellikle “Min şerril vesvasil hannas” (Nas, 4) buyuruluyor. Allah’a sığının; büyük bir tehlike var, bulunduğunuz ortamda, dünya denilen yerde, iki yaratığın müthiş zararları vardır. Bunlar şeytanın himayesine girdiklerinde ellerinde adeta zehir taşıyorlar. Dillerinde zehir vardır. Bu zehir, vesvesedir. Vesveseyi verenlerden biri cinler, diğeri de insanlardır. Bunlar adeta salgın bir hastalık gibidir. O ortamda bulunursanız kalp denilen manevi sistemi çökertirler. Ne kadar âlim olursak olalım ne kadar zeki, akıllı olursak olalım manevi sistemi çökertilebilir. Kalbe dikkat ederseniz kalbin rahatsız olduğunu anlarsınız. Kalp adeta bir bebek gibidir. Kalp daralması olur. Kalp muhabbete hamil değilse zaten ölür. Yaydığı o şeyle kalp, içten öldürülüyor. Günümüzün tabiri ile bunu kötü enerji ile yapıyor. Bir de pusuya yatanlar var. İnsan zikirden hâli olduğunda o pusuya yatan cin ve insan sınıfı tarafından avlanıyor ama insan bunu anlayamıyor. Vesvese veren sınıfın farklı bir himayesine giriyorlar. Hülasa Orta Doğu ve İslam coğrafyasında kan döktüren insandır; direkt şeytan değildir. Ama plan ve proje şeytani bir zeka ve akıldır. 100 yıllık bir proje, bir film hâline getirilirse ancak anlarsınız, bu şeytani bir akıldır ki şeytan burada insi şeytanları kullanır. O kadar bütün hayatınızı sarmalar. Rabbül Âlemin’i temsil eden insan var, peygamberler var, evliya-ı izame var; onların sözleri ilahi sözler gibi. Şeytani olmadığı için direkt insanın kalbine tesir eder. Ama şeytan müsaade etmiyor. Nefs müsaade etmiyor. Onun için dişinizi sıkın! Nasıl ki dünyada kazanmak için çok çalışıyorsak maneviyatınız için de hakeza öyle çalışmalıyız.
Kur’an-ı Kerim’de “Vebteġi fîmâ âtâkallâhu-ddâra-l-âḣira velâ tense nasîbeke mineddunyâ veahsin kemâ ahsenallâhu ileyk velâ tebġilfesâde fîlard innallâhe lâ yuhibbulmufsidîn” buyruluyor (Kasas, 77). Allah “Vebteġi”; satın alın, diyor. “fîmâ âtâkallâh” benim sizlere verdiğim şeyler ile yiyin, için; nefsin hevasının arkasına gitmeyin. Ben onları size lütuf olarak verdim. Amaç nedir? Verdiğim şeylerle satın alın, “eddâralâḣira” ahiret hayatınızı satın alın. Allah yolunda harcayın. Nefsiniz uğrunda değil. “Vebteġi fîmâ âtâkallâh eddâralâḣira” ama elinizdeki her şeyi de böyle çıkartmayın. “velâ tense nasîbeke” nasibini de unutma çünkü senin üzerinde bedeninin hakkı var, çoluk-çocuğunun hakkı var. “veahsin kemâ ahsenallâhu” Allah sana nasıl ihsanda bulunuyorsa sen de öyle ihsanda bulun, muhsin ol.
Sahabe-i Kiram’dan biri kendisini ibadet ü taate veriyor, riyazet ile kendini dört duvar arasına kapatıyor. Hayatını öyle yaşamak istiyor. Çalışmıyor, ticaretle meşgul olmuyor. Hz. Selman (r.a); ey filankes senin bu yaptığın uygun değildir, çalış, ticaretini yap, rızkının arkasından da git; diye ikaz ediyor. Resûl-i Ekrem de (s.a.v) Selman doğru söylemiş, diyor. Çünkü Allahu Teâlâ’nın senin üzerinde hakkı vardır. Beden ölümlüdür. Çalışıp kazandığınla Allah yolunda harcamak gerekir. Bu peygamberlerin de mesleğidir, bunda büyük hayır vardır. Bir de nefsin ve ailenin de hakkını vermen gerekir. Her hak sahibinin hakkını ver. Böyle nizamlı, intizamlı yap. Kimsenin hakkını ihmal etme. İyi bir mesai yaparsanız herkesin hakkını verirsiniz diyor. Allah bizi hakikilerden eylesin. Kalp ehli olanlardan eylesin. Kalpsizlerden eylemesin.
Deniliyor ki ben ölüme, ölümden sonraki hayata, cennete, cehenneme kesin olarak inanıyorum. Ama benim nefsim bana engel oluyor. Suç işlediğimi de biliyorum ama ben bunu engelleyemiyorum. Yani bir şey var ona karşı koyamıyorum. Karşı koyamadığımız o şey, nefstir. Bunu o kişinin hastalığı farz edelim. Bu hastalığın tedavisi tövbe; arkasından rabıta, hatme, evrad u ezkar. Bu üçü, üç öğünlük ihtiyaç gibidir. Bugüne kadar bunu yaparak fayda görmeyen yok gibidir. Fakat bunları bir gün yapıp bir ay yapmayarak ben fayda görmüyorum, diyen de çoktur. Bir gün ilacını kullanıyor. O gün belki iyi geliyor. Sonra ilacını bırakıyor. Dünyanın içinde bir sürü kir ve salgın hastalıklara bulaşıyor. Kalbini tarumar ediyor. Tekrar kolundan tutulup getiriliyor. Bu şekilde yapıp da fayda gören insan nadirdir. Bu ilaçları kullanan fayda görür. Ne kadar şöhretli İslam âlimi, veli varsa; Mevlanalar, Hacı Bayramı Veliler (k.s) hepsi, tasavvufun içindedir. Aynı ilaçları kullandılar. Hazreti Peygamber (s.a.v) bunu Sahabe-i Kiram Efendilerimiz (r.a) üzerinde tatbik etti. Nefs terbiyesindeki metot budur.
Her şeyin bir eğitimi vardır. Mesela bir insan zahiri ilimi elde etmek için gidiyor yarım saatlik ders alıyor. Hocası hafızasında olanı hafızalara aktarıyor. Çünkü insan öyle bir varlıktır. Bu işin tahsili de budur. Milyonlarca zikir arasında kalbe yönelik zikir hatme, evrad u ezkar ve rabıta yapacaksınız. Rabıta nedir öğreneceksiniz. Bunlar çok uzun mudur? Hayır, bir saatinizi alır. Ama bu bir saat içinde çok şey kazanacaksınız.
Mesela insanın evi var, çoluk-çocuğu var, pek çok dünyalığı var. Fakat doyum yok. Ne kadar acı verici bir durum değil mi? Dünyada doyum yok. Ama bu ilaçları kullanan insan, müthiş bir rahata kavuşuyor. Mutluluk ve huzur buluyor, doyum oluyor. Bunun mukabilinde milyonlarca şey var. Çekilen sıkıntı, cefa bir şey değildir. Allah o zenginliği veriyor. Bu dünyayı Allah, sana verir. Tasavvufun gayesi akıllı insan seviyesine ulaştırmaktır. Bu ilaçlar ile insanın akıl seviyesi yükseliyor çünkü akıl bir nurdur. Akıl, manevi şeylerle beslediğin zaman yükselir. O zaman diğer insanların aklı niye çok? O insanların aklı ahirete ermiyor, bu da şeytani akıldır. Akılsız dediğimiz insanın aklı sadece dünyaya erer. Hülasa aslında aradığınız her şey; dünyasını da arayan, dinini de arayan; ahiretini bulmak ve kazanmak isteyenin yolu tasavvuftan geçer. Tasavvuf erbabı kâmil-i mürşidlere bakın. Onlar asrının en zeki, en akıllı insanlarıdır. Ve yahut bilim insanlarına bakın, hayret ettiğiniz buluşları vardı ve üstadları vardı. Tarihe kaydolan büyük olaylara bakın; büyük başarıları elde eden insanların arkasında hep mürşidi kâmilleri vardı. O büyük olaylar, onların işaretleri ile olmuştur.
İnsanız, yirmi dört saat dünya ile temas hâlindeyiz. Dünya sürekli kalbe veri gönderiyor. Oysa kalp, manevi şeyler için tasarlanmış, dünya için tasarlanmamıştır. Kalp, Allah’a bağlanması için yaratılmıştır. Nasıl ki midemiz bozuluyor, kalbi sürekli dünya ile beslersek kalbimiz de bozulur. Onun için rabıta lazımdır. Ahireti çağrıştırsın diye mesela karınca tefekkür ediliyor. Karıncayı tefekkür ederseniz onunla irtibat sağlarsınız. Karınca veya hayvanları tefekkür etmek ve Allah’ı hatırlatması güzeldir. Fakat insan kâinatın efendisidir. Allah’ın yeryüzündeki halifesi insandır; karınca değil. Allah’a giden yol, veli insanlardan geçer. Onların kalpleri Allah ile iletişim hâlindedir. Bu sebeple rabıtayı onların kalbine kurmak insanı Allah’a yakın kılar.
Kalp için tövbe ve istiğfar ile tasfiye yapıyoruz. Ya Rabbi! Pişmanım, keşke yapmasaydım, inşallah bir daha yapmayacağım diye söz veriyoruz. Bu bir arınma, tövbedir. Hatme yaptığımız zaman bu sefer dünya ile teması bırakıyoruz, ahiret ile temas ediyoruz.
Ve sallallahu aleyhi vesellem…
Yorumlar
Yorum Gönder