KALBİN İLGİSİ KİMDE?

Bismillahirrrahmanirrahim Elhamdülillahi Rabbül âlemin vessalâtu vesselâmu ala seyyidina Muhammed’in nebiyyil ümmi ve ala alihi ve sahbihi ve sellim.

Resulullah (s.a.v) buyuruyor ki: Eğer insan dünyadayken günaha girdiğinde tövbe ve istiğfar ile Allah’ın rahmetinden istifade etmez ve bu şekilde ölürse günahlarından kabrin onu sıkmasıyla arınmaya başlar. Çok daha ağır ve zor bir çabayla ruhuna, kalbine işleyen günahlar kabir azabıyla arındırılır. Eğer kabir de insanı arındırmaya fayda vermiyorsa ruhuna işlenen bu günahlar, cehennemin suyu ile arındırılmaya başlar.”

İmanı korumak çok zor bir durumdur. Şeytan bütün hünerlerini, bütün mesaisini, insanın üzerindeki en büyük etkisini, insanın en zayıf olduğu sekerat anında kullanır. İnsanın sekerat anında, hastalık hâli ile kontrol mekanizması çok zayıftır. En zayıf olduğu an ölüm anıdır. Nefs u şeytan o anda santrale bağlanıyor. Santral dediğimiz şey nefsi emmaredir. Şeytan kalbin, zihnin şifresini çözüyor. Oraya giriyor, insana değişik hayaller gösteriyor; vesveseleri, olumsuz bütün sinyalleri göndermek suretiyle kalbin buna inanmasını sağlıyor. Şu an doğru sinyali alma konusunda hasta olan çok insan da vardır. Mesela insan olumlu bir görüntü görüyor ama sinyal geliyor, bu görüntüyü olumsuz gösteriyor. Arkadaşının çok hoş, güzel bir davranışını sinyal göndermek suretiyle şeytan çok olumsuz bir hâle getirebiliyor. Şeytan böyledir. Günlük hayatımızda bunu çok yaşarız. En fazla sinyalin geldiği, insanın savunma mekanizmasının en zayıf olduğu, şeytanın kalbe nüfuzunun en rahat olduğu an, sekerat anıdır.

İnsanın bileti, sihirli anahtarı imanıdır. Biz bu imanı kaybedersek cennetin kapısını hiçbir zaman açamayız. İmanı kaybedersek arafta da olmuyoruz. Neuzubillah cehennem hayatında oluyoruz.  Hiçbir zaman bu uykudan, bu gerçeklikten de uyanamayacağız. Ahiret dünya gibi değildir. Dünyada sıkıntı içine girerseniz Rabbül Âlemin sıkıntınızı def eder. Yahut ölüm gelir sizi o sıkıntıdan, cefadan, ihtiyarlıktan, komadan, hastalıktan uyandırır. Rahat edersiniz. Ahiret öyle değildir. Bir Müslümanın en büyük derdi, en büyük sıkıntısı, en büyük sorunu cehenneme girmemek olması lazımdır. En büyük düşüncesi, ideali, hedefi cennete girmek olmalıdır. Yani cehenneme girmeyip cenneti kazanmalıyım demesi lazımdır.

Söylenilen şeyler bir hikâye, bir masal değildir. Dünyada bundan daha hakiki, daha gerçek hiçbir şey yoktur. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v) ölümü sık sık hatırlamamızı istiyor. Bakın bu günlerde ölüm biraz aklımıza gelince nasıl hayatımıza düzen vermeye çalışıyoruz. Resulullah (s.a.v) ölümü düşünmeyi günlük zikir hâline getirin, diyor. Her an ölüm aklınızda bulunsun. Neden? Çünkü hayatımızı şekillendirmekte çok büyük etkisi var. Ölüm algısının günlük alışkanlıkları bütünüyle değiştirmeye kadar etkisi vardır. Allahu Teâlâ’yı anmak ölümle oluyor. Resulullah (s.a.v) ölüm size bu hakikati göstermeden, ölüm size gelmeden öyle bir hayat yaşayın ki dünyada iken uyanmaya bakın; Allahu Teâlâ’nın istediği bir şekilde hayatı dizayn edin, O’nun (c.c) istediği şekilde hayatınızı sürdürün; buyuruyor.

Allah muhafaza iman giderse her şey bitiyor. İmanımız var ama dünyada iken kirlilikten sıyrılamadık, kirlilik ahlakımıza sirayet etti, kalbimizi kuşattı. İslam’a ait, Müslümanlığa ait İslamî sıfatlar bizden gitti ise; küfrî sıfatlar bizde kaldıysa ne olacaktır? O zaman kabir hayatı bizi temizleyecek. Kabir hayatı fayda vermezse ahirette ne olacak? Ruhumuza işlenen bu günahlar, bu kir gitmezse cehennemin suyu ile arınma başlıyor. Ama şu an Allahu Teâlâ (c.c) bize tövbe-istiğfar gibi bir nimet vermiş. Samimi bir şekilde: ‘’Ya Rabbi! Yaşım kırk oldu, elli oldu. Hep nefsimin arzu, isteklerini yerine getirdim. Nefsim benden ne istediyse hep onu yaptım. Nefsimi merkeze aldım, adeta nefsime kulluk ettim. Bu saatten sonra ömrüm az kaldı; eğer kabul edersen şu iki, üç, beş yılımı sana kulluk etmekle geçireceğim inşallah. Sultanım sizsiniz, Yaratıcım sizsiniz. Benden ne istiyorsanız emrinize amadeyim!’’ demek suretiyle tövbe-istiğfar etmek gerekiyor. Çünkü insan neyi severse onun kölesi hâline geliyor. Mesela biz zannederiz ki Allah’ı seviyoruz. Aslında Allah kalbimize inmemiş hâlâ, Allah’ı sevmiyoruz. Peygamberi (s.a.v) sevdiğimizi zannederiz ama o da gerçek sevgi değildir. Vallahi belki bir futbol taraftarının futbolu sevdiği kadar, futbolun kalbimize nakşolduğu kadar onları sevmiyoruz. Belki siyasi bir şeye gösterdiğimiz hassasiyet kadar da hassasiyet göstermiyoruz. Allah’ın sevgisi kalbimize nakşolmamış.

Peki neden gerçek sevgi kalbimizde yok? Çünkü kalbimiz dolu; orada gerçek sevgilere yer kalmamış. Kalbimize bin bir çelme, kanca takılmış. Her biri bir tarafa çekiyor. Kalbimizi boşaltmadan, gerçek sevme olmadan mantıktan hakikate geçemeyiz. Allah (c.c) mantıki bir sevgi istemiyor; kalbî, hakiki bir sevgi istiyor. Gerçek anlamda âşık olabileceğimiz, muhip olabileceğimiz bir sevgi istiyor. Eğer öyle olmazsa, imanı gerçek sevgi ile beslemezseniz iman ölüyor. Allah (c.c) kalbi öyle yaratmıştır; inanç öyledir. İnanç, sevgi ile beslenmediği sürece yok olmaya, ölmeye mahkûmdur. Allah’a (c.c) karşı imanımız varsa İslam ve imanı, aşk ile beslemek zorundayız.

            Âşık nasıl olacağız? Malum insanın öyle bir fıtratı var ki bilmediği, tanımadığı,  görmediği, bir şeye karşı gönlün alaka duyması, irtibatı, bağlanması ve sevmesi zordur; hatta mümkün değildir. Bilmediğiniz, tanımadığınız, görmediğiniz bir insandan size bahsedilse; gönül o tarafa karşı meyletmez. O konuşma orada kalır. Kalkıp gittiğiniz zaman gönlünüz o anlatılan kişiye karşı pek bir ilgi duymaz.

            Rabbül Âlemin’i göremiyoruz, hudut veremiyoruz. Bundan dolayı kalbin Allah’a (c.c) karşı ilgi duymasını beklemek zordur. Bir insan buraya kadar gelse, Allahu Teâlâ’nın sıfatlarından bahsetse; görmediği ve bilmediği için oradan çıktığınız zaman unutur gidersiniz. Bilginin en üst sınırı görmektir; hemhal olmaktır. Çünkü görmek olduğunda iş başkalaşıyor. Bir an, bir nazar ciddi tesir eder; etki altında kalırsınız. Ama görmüyorsanız oradan çıktığınız zaman unutur gidersiniz. Gidip kendiniz görür ve yaşarsanız oradaki etki yüzlerce, binlerce insanın mevzuu bahsinden, kelamından çok daha etkilidir. Direkt kalbinize nakşolur. Bundan dolayıdır ki iman bu manada biraz görmeye de bağlı olduğu için kalbin ilgi duyması adına Allahu Teâlâ insanlığa görebileceği, yaşayabileceği, bizzat Rabbül Âlemin’i yansıtan peygamberler, evliya-ı izame, Sâdât-ı Kiram göndermiştir. Toplum görsün, etkilensin, hayranlık oluşsun; kalbin bağlılığı hâsıl olsun diye…

            Rabbül Âlemin (c.c), Hz. Peygamber’e (s.a.v) olan sevgiyi kendine olan sevgi gibi kabul ediyor. O sevgiyi kendinden ayrı bir sevgi olarak görmüyor. Bir insan, Allah Resulüne (s.a.v) âşığım diyorsa o kişi Allah’a (c.c) âşık demektir. Allah (c.c), o sevgiyi kendi sevgisine zıt olarak görmüyor. “Kul in küntüm tuhibbûnâllahe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum, vallahu gafûrun rahîm” (Ali İmran, 31) ‘’(Ey Muhammed) de ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.’’ Resulullah’a (s.a.v) geldiler. “Size karşı ilgimiz yok ama Allah’a karşı ilgimiz var.” dediler. Allahu Teâlâ da (c.c): “Sizin sevginiz mantıkî bir sevgidir, kalbî sevgi değildir, yalancısınız.” buyurdu. Kalbin bağlanması bilmek, tanımak ve tanımanın en üst seviyesi olan görmekle oluyor. Allah’ı (c.c) sevmek istiyorsanız, kalbiniz Peygamber (s.a.v) bağlansın. Bu mevzu çok önemlidir. Kalbin alaka duyması, kendine gelmesi, hissetmesi, duyması için muhabbet şarttır. Muhabbetin de en etkili yolu görmektir. Tasavvuf da bunun için vardır.

Mevlana Halid-i Bağdadî (k.s); ilmin zirvesindeydi. İlmi en iyi okuyan oydu. Belki Cenâb-ı Allah’ı (c.c), Hz. Peygamber’i (s.a.v) onun kadar bilen yoktu. İlmin penceresinden hakikati çok iyi anlıyordu. Ama kalbinin alaiki noktasında tam manasıyla güç yetiremiyordu. Onun için tasavvufa iltihak ediyor. Seyyid Abdullah Dehlevî’ye (k.s) intisap ediyor. Seyyid Abdullah Dehlevî’ye (k.s) intisap ettiğinde hasıl olan o görmenin, nazarın onun üzerindeki tesiri ilimle mukayese edilmeyecek kadar zirvede oluyor.

Seyda-i Tağî de (k.s) ilmin zirvesinde olan bir âlimdi. Ta ki Gavs-ı Hizan’a (k.s) intisap edene kadar! Gavs-ı Hizan’a (k.s) intisap ettikten sonrasını şöyle anlatıyor: “Vallahi geçmişimde sürekli amel ediyordum. Günde yetmiş bin defa zikrim vardı. Hayatımın bir saniyesini dahi boş geçirmiyordum. Hep ibadet, taat, hizmet ile vaktimi geçiriyordum. Ama ben Seyyid Sıbgatullah-i Arvasî’yi (k.s) gördükten sonra geçmişte yaşadığım bütün her şeyin boş olduğunu anladım. Vallahi ben onu (k.s) bir an gördüm. Yanında saf tutan sufileri, gökyüzündeki meleklere benzettim. O an yaşadığım bir hâl var ki!” Nasıl bir hâl yaşamış onu ifade etmiyor. Ama o ana nispeten diğer tüm amellerimin çok kıymetsiz olduğunu anladım, diyor.

Seyda-i Tağî (k.s), ilmî anlamda bütün tarikatlardan icazet almıştır, hepsinde halifedir. Çok tanınan bir âlimdir. Talebesi, müridi, intisap edeni çoktur. Fakat bir sûfi ile gündüz bir münakaşa geçiyor. O sûfi, Gavs-ı Hizan’dan (k.s) bahsedip bir kere de olsa gözünüzle görseydiniz, diyor. Seyda-i Tağî (k.s): “Bu söz öyle canlıydı ki kalbimde öyle tesir etti ki bir türlü uyku tutmadı. Kış mevsiminde, fırtınalı bir gecede beni yatağımdan kaldırdı. Sûfinin evine gidip kalk senin üstadını ziyarete gidiyoruz, dedim. Sûfi gecedir, fırtınadır, sabahı bekleyelim dediyse de yerimde duramadım. Sen bana ne yaptın, diye soruyordum. Kalbime öyle bir ateş girmişti ki yerimde duramıyordum.” Diyor. Çünkü Gavs-ı Hizan (k.s), sûfinin o sözü ile Seyda-i Tağî’nin (k.s) kalbini hayata döndürmüştü. Sûfinin ağzından sıradan bir kelime dahi dökülse canlı gibiydi. Seyda-i Tağî (k.s.), bu hâl ile tüm aile, mal, çoluk-çocuğunu geride bırakıp gidiyor. Gavs-ı Hizan’ı (k.s) gördüğünde tüm kalp alemi değişiyor. Görmenin, nazarın insan üzerindeki etkisi farklıdır.

Sûfinin, bir sözü, hâli kalpten kalbe sirayet ediyor. Bu sûfinin kalbinde Seyyid Sıbgatullah-i Arvasî (k.s) yanına gittiği için bir hayat vardı. Sûfinin kalbi bir nispet, bir sinerji ile çalışıyordu. Söylediği kelimeler sıradan kelimelerdi fakat canlı bir kelimelere dönüştüler. İnsanın kalbi canlı ise; ağzından dökülen sözler de canlıdır. Eğer kalp ölü ise istediğiniz kadar ayet, hadis okuyun sirayet etmez. O ayet ve hadisleri seslendiren, yaşam veren, can veren kalptir ki eğer kalp hayatta ise söz de canlıdır; yoksa ağızdan dökülen söz ölüdür. Karşı tarafın kalbine sirayet etmez. O kalbi hayata döndüremez. İşte Seyda-i Tağî (k.s.); bu hâl ile, bir anlık nazar ile geçmişteki bütün hayatını ölü bir hayat olarak görüyor. O anki nazar ile yeniden doğduğunu ifade ediyor. Allah Teâlâ’ya (c.c) böyle bir hâl ile gittiği için geçmişini verip yeniden doğuyor. Geçmişinin karşılığında aldığı şey ise dünyalardır. Allah’a (c.c) siz bir adım atarsanız O (c.c) size on adım atıyor. Yürüyerek gelirseniz Allah (c.c) koşarak geliyor. Allah Teâlâ’nın (c.c) mukabelesi bire bindir. “Vasbir fe-innallahe lâ yudî’u ecra-lmuhsinin”iyilik edenlerin mükafatını elbette zayi etmez." (Hud, 115) “Sabret! Çünkü Allah, muhsin insanların ecrini zayi etmedi.” Allah kimsenin borcunu ifa etmemiş değildir. Rabbül Âlemin fazlasıyla vermiştir. “Ya eyyuhellezine amenu hel edullukum ala ticaretin tuncikum min azabin elim” (Saff, 10) “Ey iman edenler! Size elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size? Bu ticaret hem dünyada hem ahirette cehennem azabından sizi kurtaracak bir ticaret yoludur. Nedir o ticaret yolu? “hel edullukum ala ticaretin tuncikum min azabin elim” Nedir bunlar? Allah’a (c.c)  iman, Peygamber’e (s.a.v) iman ve Allah yolunda cehd u gayret ve cihattır. Cihat ne demektir? Resulullah (s.a.v) savaştan dönerken sahabesine: “Ey sahabe! Hazırlanın küçük cihattan büyüğe doğru geçiş yapacağız.” buyuruyor. Büyük cihat nedir? İrşattır ve nefs ile olan mücadeledir. İşte o cihadı Kur’an-ı Kerim nasıl tasvir ediyor? Hem mallarınız hem nefislerinizle olan cihattır. Dünyada iken bundan daha kazançlı, daha hayırlı bir ticaret olamaz. Allah muvaffakiyet versin.

 

Ve sallallahu aleyhi vesellem…

 

 

Seyda Alameddin (k.s.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

TESBİHAT

HATME DUASI

HOŞGELDİN YÂ ŞEHR-İ RAMAZAN